Bugünlerde sık sık Floransa’ya (Firenze) gidiyorum. Daha doğrusu oraya çok yakın Prato diye bir şehirde çalıştığımız fabrikaya gidiyorum. Floransa’yı anlatmaya gerek yok, harika bir şehir. Prato da çok güzel bir şehirmiş. Miş-li geçmiş kullanıyorum çünkü şu anda çinlilerin elinde, daha doğrusu istilasında. Orada yaşayan çinli nüfusu italyandan daha fazla ve maalesef çinliler pek saygılı değiller. Neyse, bu başka başlık altında tartışılması gereken bir konu. Asıl başlığımıza, Lucca’ya dönmek istiyorum.

Gördüğümde çok mutlu olduğum tabela

Lucca’ya ilk defa 2006 yılında gitmiştim. Yanlış hatırlamıyorsam nisan ayı falandı. Tren istasyonundan çıktığınız gibi karşınıza eski şehrin duvarları çıkıyor. Oradan geçip şehir merkezine gidiyorsunuz. Bahar aylarında olduğumuzdan ağaçlar fuşya rengi çiçek açmışlardı. Yollarda boyunlarında eşşek kadar nikon yazan turistler olmasa kendinizi masalda gibi hissedebilirsiniz. Dev amerikalı turistler en yüksek tonda kahkaha atsalar dahi o daracık sokaklarında gezerken insana böyle bir sükunet geliyor. Dediğim gibi çok turist var ama bu şehri turistik yapmıyor. Sakin sakin gezinebiliyorsunuz. Daracık bir sokakta, çok lezzetli yemek yiyebileceğiniz bir trattoria veya osteria çıkabiliyor. Osteria ise son derece basit, yazılı mönüsü bile olmayan ve şef o gün ne yemek yapmak istediyse o yemeklerin yendiği bir lokanta. Trattoria ise osteria’dan biraz daha ciddi ama ristorante kadar lüks ve pahalı olmayan lokanta demek. Buralarda en sevdiğim masalarda kırmızı kareli örtüler olması. Menü sayfalarca olmadığından şak diye seçebiliyorsunuz. Lucca’da öylesine bir sokağa dalıp bir osteriaya oturduk. Ben pollo al porto (porto şarabıyla marine edilmiş tavuk) yedim. Açıkçası benim damak zevkime hitap etmiyordu. Ancak hayatımda yediğim en lezzetli tiramisuyu yedim desem yalan olmaz. Yerin adı Osteria del Neni – via pescheria, 3-7 Lucca. Bu arada bu sokak güvercinlerin kontrolünde. Şaka yapmıyorum, her yerde “lütfen güvercinleri beslemeyin” yazıyor. Zaten güvercinler öyle uçmuyorlar, dayı dayı geziniyorlar. Hatta bir ara benim yediğim tavuk mu yoksa güvercin mi diye şakalaştık. 

Piazza Anfiteatro

Tiramisumu yedikten sonra biraz biz de fotoğraf çekelim diye sokaklarda öylesine yürümeye başladık. Haritalara bakmadık bile. Zaman zaten sakin sakin aktığından hiç aceleniz yok. Yürüken karşımıza birden Steve McCurry’nin (Afgan kızı çeken fotoğrafçı) fotoğraf sergisi çıkınca Cansu pek bir sevindi. 4 sene öncesine göre değişen tek yer Piazza Anfiteatro olmuş. O zaman binalar rengarenk boyanmışlardı. Bu sefer gittiğimde biraz şaşırdım çünkü boyalar sararmış, o güzelim meydan sıradan gibi olmuş. Yine orada bir kafeye oturup Cansu ile kahvelerimizi içtik. Lucca ile ilgili beğenmediğim tek şey su oldu. Floransa’da, Roma’da sokaklardaki çeşmelerden su içilir ve çok da lezzetlidir. Ancak Lucca’nın suyu pek lezzetli değildi. 
Lucca’yı dünyaca ünlü yapan nedenlerden ve bence en önemlilerinden biri Giacomo Puccini’nin doğduğu şehir olması. Bu nedenle yaz aylarında Lucca’da çok büyük müzik festivalleri yapılıyor ve dünyaca ünlü sanatçılar geliyor. Olur da yazın bu civarda olursanız bir konseri yakalayın derim. Konsere gitmeseniz bile Lucca’ya bir uğrayın ve benim için bir kadeh şarap, olmadı bir fincan kahve için.